GİRİŞ

Her kime verildiyse ona çok büyük hayrın verildiği değer olarak bildirilen hikmet, Kitapla beraber Allah’ın, peygamberlerine de (a.s.) lütfolunan, onların da ümmetlerine öğrettiği insanlığın en değerli mirasıdır. el-Hakim olan Allah, insanı vahiyle muhatap ve imanla mükellef kılmak için ona nimetlerin en büyüğü olan aklı vermiştir. Bu akılla o, öğrenme, kavrama, ayırt etme/farkına varma, tercih etme vb. özelliklere sahip olmuş ve eşyanın esmasını yani eşyanın öz ve hakiki bilgisini elde etmiştir. Lakin bu elde ediş ve veriliş, bir hikmet gereği yani Rabbini tanıyıp ona güzelce kul olması içindi, yoksa Rabbini tanımayıp heva ve hevesini ilahlaştırması için değil.

HİKMETE DAİR

Kelime olarak men etmek, kontrol etmek, hâkimiyeti altına almak, hükmetmek, yargılamak, işi sağlam yapmak, hakemlik etmek vb. anlamlara sahip olan hikmetin cehaletten, sefahatten ve fesattan alıkoymak ve sakındırmak, aklı, düşünceyi, iradeyi, nefsi, dili ve bedeni vahyin hakikatin, iyinin ve doğrunun hakimiyeti ve kontrolü altında tutmak şeklinde bir anlam dünyası bulunmaktadır.

Diğer bir değişle hikmet, her şeyi kendisine yakışır şekilde yerli yerine koymak, yapılan işin doğru, isabetli ve uygun olması, her türlü sefahet, akılsızlık ve başıboşluktan sakınarak doğru görüşe sahip olmak ve adaleti gerçekleştirmektir.

HİKMET DİN İLİŞKİSİ

Dinin sahibi olan Allah, şüphesiz hükmün de sahibidir. Allah, hiçbir şeyi boş yere yaratmadığı gibi yani kâinat kitabında boş ve anlamsız bir şey bulunmadığı gibi dinini bize öğrettiği kitabı Kuranda da boş ve anlamsız bir şey olmayıp ona hiçbir batıl da bulaşamaz. Buna binaen hikmet hem dinin gayesi yani dinin muhatabı olan insana kazandırılmak istenen en önemli haslet ve hem de dinin hayata dönüşmesinde dikkat edilecek usulün ayrılmaz ve vaz geçilmez bir parçasıdır. Genel anlamda dini hayat tarzı olarak ifade edecek olursak İslam’ı da Allah’ın insanlar için seçip razı olduğu hayat tarzı diye kısaca tarif etmemiz mümkündür. İşte hikmet bu hayat tarzının amele dönüşümündeki yolu ve yöntemi olduğu gibi yani İslam’ın elle tutulur gözle görülür bir hal kazanmasındaki usulün en önemli parçası olurken aynı zamanda bu hayat tarzının da bir soncu ve bir hâsılasıdır. Zira hikmet, insanın varlık gayesi olan Allah’a kulluğun sahih bir yolla gerçekleştirilmesi için insana verilmiş bir lütuftur. Âdem’e (as) eşyanın isimlerinin öğretilmesi, peygamberlere (as) kitabın yanında hikmetin indirilerek verilmesi, hikmetin bir kazanımdan daha çok verilmiş bir lütuf olduğunu gösteriyor. Ancak insan bu lütfu/hikmeti yitirdiğinde aramak ve elde etmek için bir çaba içerisinde bulunur. Bu ise bir kazanım değil insanın yitiğini bulmasıdır.

Peygamberlerin (as) gönderiliş gayesi de Allah katındaki dinin insana indiriliş sebebi de buna matuftur: kulluğu unutmuş insana unuttuğu şeyi hatırlatmak, yitiğini buldurmak, varlık gayesine döndürmek. Dolayısıyla hikmetsiz bir dinin, yine asli mecrasından sapmaya mahkûm, bidat ve hurafelerden oluşan bir ‘afyona’ dönüşmesi kaçınılmazken dinsiz yani vahiyden bağını koparmış bir hikmetin de insanı ilahlaştıran, varoluş gayesi olan kulluğu unutturan bir başka ‘afyona’ dönüşmesi kaçınılmazdır. Esasen din ve hikmet birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

USUL VE HİKMET İLİŞKİSİ

Âlemlerin rabbi olan Allah, bu kâinatı ‘sünnetullah’ dediği bir usul üzere var kılmış ve bu usul üzere varlığını devam ettirmektedir. Kuran’da ‘sünnet’ kelimesinin ihtiva ettiği anlamlar içerisinde en dikkat çekeni usul/yöntem olanıdır. Kuran bize bu usulün yani işleyişin değişmeyeceğini de bildirir. Yine kuran bize bireysel ve toplumsal işleyişinde bir usul dairesinde gerçekleştiğini, öncekilerin sünnetini ‘sünnetü’l-evvelin’ diye tanımlayarak gidişat hususunda uyarırken ve bu gidişatı/usulsüzlüğü düzeltmek üzere Peygamberlerini (as) bir şirat/şeriat ve bir minhac/menhec üzere gönderdiğini bildirir.

Kendisi el- Hakim olan Allah’ın hem bu kainatın işleyişinde hem de insanın kurtuluşu için gönderdiği dinde hikmetten yoksun bir işleyişte bulunması yani boş, anlamsız ve abes bir uygulamada bulunması düşünülemez. Bu O’nun için muhaldir.

Aynı şekilde bizim de bize gönderilen dini anlama ve yaşamada hikmetsiz bir yol ve yöntem üzere olmamız, varlık gayemizi unutturacağı gibi anlamsızlaştıracaktır da. Bu dinin akidesi, hayata tatbiki ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi gibi sorumluluklarımız yine bu dinin kendine has yönteminden ve bu yöntemin içerdiği hikmetten ayrı düşünülemez.

USULÜ’D-DİN VE HİKMET

Usulü’d-din terkibi kelime olarak dinin asılları, esasları anlamında kullanılırken terim olarak islam’ın temelini oluşturan ve imana taalluk eden esaslar diye tanımlanır. Bu da genel olarak usul-i selase yani üç usul diye ifade edilir ve ulûhiyet, nübüvvet ve ahirete dair iman esaslarını içerir. Söz konusu usul-i selase daha genel bir başlığa indirgenerek aslü’l-usul yani asılların asılı olarak tevhid başlığı altında ele alınır.

Tam da burada usulü’d-dinin sahih bir düzlemde anlaşılmasının ancak hikmet esaslı bir çabayla mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. İslam akidesinin yani imana taalluk eden meselelerin ve bu meseleler etrafında ortaya konulan yaklaşımların hikmet içerikli bir usule göre ele alınıp alınmadığına ve hikmetsiz yaklaşımların sonuçlarına bakabiliriz.

HİKMETSİZ USULU’D-DİN

Hikmetten yoksun bir din usulünün içinde barındırdığı tehlikeler tarih boyunca Müslümanlara faturası ağır süreçler yaşatmıştır ve yaşatmaya da devam etmektedir. İfrat ve tefrit sarmalı içerisinde savrulmalara sebep olan ve Müslümanları birbirine düşüren bu hikmetsiz yaklaşımlar, söz konusu din usulü olunca derin sapmaları da beraberinde getirmektedir. Yansımalarını günümüzde de gördüğümüz bu sapmaların geçmiş dönem örneklerinden yola çıkarak hikmetsiz bir din usulünün sonuçlarına işaret etmeğe gayret edeceğiz.

HARİCİLİK VE TEKFİR

İslam tarihinde usulü’d-din üzerinden ilk toplumsal kırılmanın yaşanmasının örneği kendilerine Hariciler denilen topluluktur. Onlar kendilerini sevad-ı azamdan yani Müslümanların ana caddesinden ayıran ilk gruptur. Müslümanlar arasında siyasi problemler yaşanırken onlar bu problemlerden itikadi esaslar üretmişlerdir. Hikmetten yoksun ve ifratın uç noktalarında dolaşan bu din usulünün neticesinde kendileri gibi düşünmeyen başta Ali (ra) olmak üzere Müslümanları yok etmeye

varan bir tedhiş hareketi ortaya çıkmıştır. Onları bu hususta örnek haline getiren de onların bu yaklaşımlarının, hem itikada ve hem de amele dair bir din usulü haline gelmesidir. Neticede bu usul, tekfir denilen hastalıklı bir ruh halini ortaya çıkarmıştır. Daha çok amel-iman ilişkisi üzerinden yürütülen bir kimlik ve aidiyet tartışması, Kuran’ın bütünlüğünden yoksun ve hikmet içermeyen bir noktada durmuş ve kendine din usulü olarak tekfiri bayraklaştırmıştır.

MÜRCİE VE DİNİN FLULAŞMASI

Dini sorumluluklarını yerine getirmede lakayt davrananları, yine amel iman ilişkisi üzerinden üretilen ve hikmetten yoksun bir din usulü ile sorumsuz kılan Mürcie, dinin pratik hayata etkisini en aza indirmiş ve dinin flulaşarak anlamını kaybettiği bir sonuca varmıştır. Amel ile iman arasında bir bağın olmadığını, kişi ne yaparsa yapsın, hangi günahı işlerse işlesin imanına bir zarar gelmeyeceğini, ‘ben Müslümanım’ demesinin yeterli olacağını söyleyen Mürcie de Haricilerin yaptığı gibi Kuran’a parçacı bir yaklaşımda bulunmuş ve tersinden bir aşırılığa giderek tefrit çizgisinin örnekliğini sergilemiştir. Ki bu da hikmetsiz bir din usulünün neticesidir.

MUTEZİLE VE AKLIN ASILLIĞI

Akla verdiği önceliğe binaen ilk bakışta hikmetli bir yönteme sahip oldukları sanılsa da Mutezile, hikmetten daha ziyade akılcı bir yaklaşıma sahiptir. Hiç şüphesiz hikmet ehli olmak için akletmenin zorunluluğu ortadadır. Lakin aklın mutlaklaştırılması ve vahyin önüne geçirilmesi ve hatta aklın hakemliğinin din usulünde de mutlak konuma getirilmesi onları hikmetten uzaklaşmaya götürmüştür. Vahyin anlaşılmasında aklı esas alan, akla ters gelen yahut aklın kabul etmekte zorlandığı vahyi bilgiyi aklın kıstaslarınca tevil eden ve bunu da din usulünün merkezine yerleştiren Mutezile, hadise karşı da mesafeli durmuş ve hadisle gelen pek çok bilgiyi kabul etmemiştir.

SUFİYYE VE AKLIN DIŞLANMASI

Kuran ve sünnetin, Müslümanları dünya hayatına yönelik uyarıları ve onlara zühd ve nefis tezkiyesini tavsiyelerinden yola çıkıp varılan noktada batıni bir usulsüzlüğe saplanmaları onları hikmetle mesafeli bir konuma getirmiştir. Her ne kadar ilm-i ledünden neşet eden bir irfana sahip olunduğu dillendirilse de bu durumun göreceliliği ve vahyin anlaşılmasında gerekli olan kesbi ilimlerin dışlanması, tabii olarak onları din usulünde hikmetsiz ve aşırılıklarla dolu bir savrulmuşluğa teslim etti. Dinen muhataplılık için gerekli olan akıl sahibi olmayı küçümseyen ve dinin derinlikli yaşanması için aklın dışarıda bırakılması gerektiğini düşünen, Allah’ı tanımak/marifet için de akla değil hisse öncelik veren Sufiyye, böylece kendisini hikmetten yoksun bir konuma getirmiştir.

FELSEFE VE VAHYİN DIŞLANMASI

Felsefe kelimesinin orijinali olan filo-sofia, hikmet sevgisi anlamında kullanılan bir terkiptir. Mutlak anlamda hikmete sahip olunamayacağı ancak hikmetin sevgisine sahip olunabileceği düşüncesinde olan felsefe ile hikmet arasında temelde bir farklılık görünmüyor gibiyse de vahye ve nübüvvete bağlı hakikat arayışı olan hikmet ile mutlak akli ve kesbi bilgiye bağlı felsefe arasında kaynak bakımından önemli bir farklılık söz konusudur. Dolayısıyla felsefe ve hikmet, insanın vahye yakınlığı ve uzaklığı miktarınca bu farklılığı ortaya çıkarır. Diğer bir değişle bilgi vahye ne kadar yakınsa hikmete, ne kadar uzaksa felsefeye dönüşür. Bunun içindir ki filozoflar dinin anlaşılması ve yaşanmasına dair ortaya koydukları din usullerinde dinin kaynağı olan vahyi bilgiye karşı daha kayıtsız bir tutum sergilemişlerdir.

ŞİA VE TARAFGİRLİK ÜZERİNE BİNA EDİLEN USULÜ’D-DİN

İslam tarihinin en derin kırılmalarından birisi olan ve hala etkisini sürdüren Cemel, Sıffin ve Kerbela sürecinin bir sonucu olarak Şia, hikmetten uzak, siyasetten akide devşirmenin ve bunu bir din usulü haline getirmenin tipik örneğidir. Onlar tarafgirliklerini akidelerinin temel umdesi haline getirmişlerdir. Tarafgirlikleri dahi tartışmalı olmakla beraber saplandıkları ifrat ötesi durumları onları topyekûn İslam ümmetine tavır almaya götürmüştür. Neticede göreceliliği mutlaklaştırmış, batıniliği hakikatin merkezine koymuş, ümmetin diğer kesimlerine yönelik karşıtlığı ve düşmanlığı imanın bir parçası görmüş, bunun sonucunda takiyyeyi din usulü ve akidenin temel ilkelerinden birisi olarak benimsemiş hikmet yoksunu bir anlayışa sahip olmuşlardır.

HİKMETSİZ USULÜ’D-DİNİN PRATİK YANSIMALARI

Ötekileştirme/Dışlama

Yok etme/Yok sayma

Siyasetin akideleşmesi/Akidenin siyasetleşmesi

İdeolojinin akideleşmesi/Akidenin ideolojileşmesi

Tevilin/subjektif anlayışların mutlaklaştırılması

Temyizsiz din anlayışları

Aşırılıkların normalleşmesi

Vahyin parçalanması

Aklın parçalanması

Vahyin ve aklın tefriki

Vahye karşı kayıtsızlık

Göreceliliğin usule dönüşmesi

DİNİ ANLAMA VE YAŞAMADA HİKMET ÜZERE BİR YÖNTEM OLARAK EHL-İ SÜNNET

Tarihi seyirde İslam ümmetinin ana damarı olan Ehl-i Sünnet, esasen fraksiyon ve hizip anlamında bir mezhep değil ama daha doğrusu usul/yöntem anlamında bir mezhep olarak ele alınması gerekir. Bu durum, hem diğer ‘mezheplerin’ kendinden kopmuş olmaları cihetiyle böyledir hem de esas aldığı din usulünün hikmet üzere oluşturulmuş kapsayıcılığına binaen böyledir. Ehl-i Sünnet bir yönüyle Rasulullah’ın (as) sünnetine ittiba ederek Kuran’ın anlaşılma ve yaşanmasında Onun yolunu sürdüren selef-i salihine uymanın ve uyanların bir adı iken diğer yönüyle sünnet kelimesinin içinde barındırdığı anlamlardan yola çıkarak bir usul ve yöntem sahibi olmanın da adı durumundadır. Ehl-i Sünnet/sünnet ehli yani yol, yordam, gidişat, yöntem ve usul ehli. Bu gidişat ve usulün temel umdesi işaret edildiği gibi Kitap ve Sünneti selef-i salihin gibi anlamak ve yaşamaktır. Bunu yaparken de haddi aşmamak, sınırları korumak, naklin ve aklın ilişkisini sahih ve dengeli bir zeminde gerçekleştirmeğe dikkat etmek gerekir. Esasen usulü’d-dinde hikmet üzere olmakta budur.

HİKMET İÇEREN USULÜ’D-DİNİN YANSIMALARI

a- Vasıfları Yönüyle

Teslimiyet

Tenzih

İtidal

Amelilik

Aklilik

İdeoloji olmaması ve dönüştürülmemesi

Bütünlük

Cemaat ehli olmak

Tahkik

Selefin yolu

Haniflik

Red bilinci

b- kalbe yansımaları yönüyle

Tasdik

İhlas

Murakabe bilinci

İhsan

Tevekkül

Yakin

sevgi ve korku/ havf ve reca

Şüphesiz her bir maddenin derinlikli ve bir din usulü perspektifiyle ele alınması ve izah edilmesi gerekmektedir.

SONUÇ

Kuran’ın bir yönüyle hikmete yüklediği anlam olarak nübüvvet ve onun ameli karşılığı olan nebevi sünnet, hikmet üzere olmanın, hikmetli davranmanın ve Allah’ın, dinini peygamberleri (as) ile hayata nasıl tatbik edileceğini gösterdiği yol ve usulünün adıdır. Dolayısıyla usulü’d-dinde hikmet üzere olmak demek sünnet üzere olmak yani nebevi yöntem üzere hareket etmek demektir. Bu itibarla Ehl-i sünnet demek ehl-i hikmet demektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir