Giriş
“Her kim sabreder ve bağışlarsa bu davranış azim gerektiren işlerdedir.” Şura 43
Rikkatin ve zarafetin anlamını kaybettiği bir çağdayız. Modernizm bütün insani değerleri tüketiyor ve anlamsızlaştırarak yok ediyor. Buna karşı direnmek zorlaşıyor ve büyük bir azmi zorunlu kılıyor.
Zorlaşıyor çünkü karşımızda ‘bedeviliğini’ açıkça göstermeyen ve kendini ‘medeni’ diye tanıtan bir çağ var. Bütün boyutlarıyla kendine karşı direnmek zorunda olduğumuz bir çağ. Kadın-erkek, genç-yaşlı, fert-cemaat topyekûn mücadele edeceğimiz modern cahiliye çağı. Nerdeyse hayatın tüm alanlarını kuşatmış modern cahiliyeye karşı direnişin en öncelikli noktasını şüphesiz vahiy kaynaklı değerlerimizi yenide hayata geçirme çabası oluşturmaktadır. Müslüman kimliğin salt bir iddia olmaktan çıkarılıp ete kemiğe bürünmüş, canlı, var ve etkin kılınması bu mücadelede kaçınılmazdır. Kendi medeniyet değerlerimizin şekillendirdiği çağdaş saadet asrının gerçekleşmesi, yeniden hayat bulmuş Müslüman kimliğimize bağlıdır. Aksi takdirde çağdaş bir bedeviler medeniyetine(!) , sahip olduğu teknolojik kazanlarda tüketeceği tek besin kaynağı olarak insanın kaldığı bir yamyam medeniyetine(!) teslim olmak zorunda kalacağız.
Rikkat ve Müslüman fert
İslami kimliğin bütünlüğü içerisinde ahlakın ve buna bağlı olarak edebin ne kadar ehemmiyet arz ettiği ortadadır. Zira bu kimliğin üsvey-i hasenesi olan Hz. Peygamberin (A.S.) gönderiliş gayesi içerisinde kendi ifadesi ile güzel ahlakı tamamlamak da vardır. Kaldı ki kendisinin de bir ahlak, seciye, karakter üzere olduğunu Rabbimiz Kur’anı Kerimde bildirmektedir.
“Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin.” Kalem, 4
İslam davasının ancak güzel ahlak sahibi fertler üzerinde yükseleceği de ortadadır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberin (A.S.) cahili bir toplumdan çıkardığı fertleri örnek şahsiyetlere dönüştürürken üzerine titrediği güzel ahlak ve edep eğitimi bunun en güzel ispatıdır.
Bu eğitim içerisinde kıymet verilen hasletlerden birisi rikkattir. Kalbin safiyetini, düşüncenin inceliğini, söz, amel ve davranışın zarafet ve nezaketini ifade eden rikkat, Müslüman fertlerin taşıyacağı kimliğin olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Rikkat ve cemaat
İslam cemaati Müslüman fertlerin, Müslümanca yaşayabilecekleri zorunlu ve oluşturulmasından da sorumlu oldukları topluluktur. İslam’ın gönderiliş gayesinin ve Peygamberlerim mücadele seyirlerinin hep Müslüman bir toplum oluşturmaya matuf olduğunu görürüz.
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” Al-i İmran, 110
Şehit Seyyit Kutup Yoldaki işaretler adlı eserinin giriş bölümünde bir Müslüman topluluğun var oluş zorunluluğunu şöyle ifade eder:
“Fakat bir cemiyette uygulanmadan, yani bir ümmet tarafından temsil edilmedikçe İslam, fonksiyonunu yürütemez. Çünkü insanlık… Bilhassa içinde yaşadığımız günlerde- pratik ispatını yaşanan hayatta görmedikçe, mücerret bir inanç sistemine kulak asmaz. Müslüman bir ümmetin varlığı, uzun yüzyıllardan beri ortada yok kabul ediliyor.”
Sahabe gibi örnek bir Kur’an neslini yani İslami bir toplumsal yapıyı oluşturacak fertlerin taşıması gereken ahlaki meziyetlerden birisi olarak rikkat, bu toplumsal yapının ilişkilerinin sıhhatli ve kalıcılığının da sağlam olması için zorunludur. Birbirlerine kalbi muhabbeti, hüsn-ü zannı ve tavır ve davranışlarındaki, nezaketi temel yaklaşım tarzı edinmiş fertlerin oluşturduğu cemaatler şüphesiz sağlıklı ve hedefine yürüyen cemaatlerdir.
Allah Teâlâ’nın Kuran-ı Kerim’de dile getirdiği husus bunu öğretmektedir.
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile.” Al-i İmran 159
Ayet bize Uhut harbinde Hz. Peygamberin (A.S.) görüşüne karşı görüşlerinde ısrar eden ve manevi baskı ile kendi görüşlerini uygulamaya sokan kimi sahabeye savaş sonrası herhangi bir serzenişte bulunmayan Hz. Peygamberin (A.S.) rikkatini örnek gösteriyor ve zımnen deniyor ki cemaatin varlığı ve devamı rikkat üzere davranışlara bağlıdır. Kaldı ki Hz. Peygamberin (A.S.) sahabe nesli arasında bulunurken ortaya koyduğu rikkat örnekliği de malumdur.
Esasen Müslümanların bir cemaat içerisinde yer almalarının veya farklı bir ifade ile bir Müslüman cemaatin varlığının temel sebeplerinde biri de fertlerini rikkat ehli kılmak veya rikkat ehli fertler yetiştirmektir.
Niyette rikkat
Bu cemaatin her bir ferdi kardeşlerine karşı taşıdığı niyetlerinde rikkat ehlidirler. Sevgilerinin sadece Allah için olduğunu bilirler. Kardeşleri için iyilikten başka bir düşüncelerinin olmayacağını da bilirler. Kardeşlerinin niyetinin de kendisinin iyiliği için olduğuna inanırlar. Buna halel getirecek her türlü şeytani vesveseye kalplerini kapatırlar. Yanlış bir davranış gördüklerinde onu kardeşlerinin taşıdığı kötü bir niyete değil davranışındaki hatasına bağlarlar. Bilirler ki kötü anlamda niyet okumalar sevgiyi öldürür, kardeşlik ve cemaat bağlarını keser atar. Onun için niyetleri sorgulamayı değil amelleri sorgulamayı dikkate alırlar ve dikkatin rikkat için zorunlu olduğunu bilirler.
Dilde rikkat
Bu cemaatin fertleri konuşmalarına azami dikkat ederler. Ağzından çıkan her bir söze önem verirler ve özen gösterirler. Kaba, sert ve çirkin konuşmalardan sakınırlar. Konuşmalarının kardeşlerini kırıp dökmeye sebep olacak içerikte olmamasına dikkat ederler. Maksadını doğru anlatmak için çabalarlar. “Bana ne kardeşim! Doğru anlasaydı” yaklaşımından uzak dururlar.
Sözün kıymetinin farkındadırlar. Onun için sözü yere düşürmezler. Sözü değerine uygun söylemek için gerekli donanıma sahip olmaya çabalarlar. Söz söylemenin sanat ve inceliklerini yani rikkatini öğrenirler. Lakin bunu ‘Laf ebeliği, caka satma ve amiyane tabirle artistlik’ için yapmazlar. Temel prensipleri: Ya hayır konuşmak ya da susmaktır.
Cemaat içerisinde veya iki kardeşi arasında fitneye sebep olacak her konuşmadan kaçınırlar. Kardeşlerinin hatasını söylemek zorunda kalırlarsa bunu kime ve nasıl söyleyeceklerinin endişesini taşıyarak ve dikkat ederek söylerler. Sözlerinin hep kardeşlerinin hayrı için olması gerektiğinin farkındadırlar. Uyarı ve nasihatlerinin muhatabının iyiliği için olduğunu en azından sözle ve üslupla ispat ederler. Samimiyetlerinin kendilerine kaba söz söyleme hakkı vermediğini bilirler. Birbirlerine hitaplarında argo ifadelerden çirkin benzetmelerden sakınırlar. Yaptıkları latifeler gerçek letafet içerir.
İster yüz yüze ister gıyaben kardeşleri hakkında dile getirdiklerinin şeytana kapı açacak bir vesileye dönüşmemesine dikkat ederler. Bir sözle kardeşliği bozabileceğini veya en azında iç dünyasında kardeşine karşı sevgi ve muhabbetin azalıp yerine soğukluk ve ayrılık tohumlarının ekilebileceğini bilirler.
Hatalı bir sözün ardından özür dilemenin bir küçülme ve eziklik değil bir erdem olduğunu bilirler. Lakin ‘nasıl olsa bir özürle düzeltiriz’ rahatlığı içinde patavatsızlığı da sıradanlaştırmazlar.
Bu cemaatin fertleri sözü söylemede rikkat ehli oldukları gibi sözü dinlemede de rikkat ehlidirler. Kardeşlerinin kendisi içi söylediği sözlerin velev ki sözün letafetine dikkat edilmemiş olsa kendi hayrı için söylendiğini düşünür, sözdeki ve söyleyişteki kabalığı affeder.
Maksadı aşan bir söz duyduklarında önce bunu kendilerinin yanlış anlamış olabileceğini düşünürler. Anlamada bir yanlışlık yoksa usulünce düzeltmeye yönelirler ve bir yanlışlığın kardeşler arasında kendisi üzerinden yayılmaması için gayret gösterirler.
Sözün dinlemek için olduğunu bilirler. Kulak ardı etmez, can kulağıyla dinlerler. Çünkü onların en büyük şiarlarından biri de ‘işittik-dinledik ve itaat ettik’ sözüdür. Fakat her söze de kulak kabartmazlar. Zira kafalarının ve kalplerinin birer çöplük olmadığını bilirler. Dinlenecek sözü duyduklarında tavırları sözü dinleyip sözün en güzeline tabi olmaktır.
Birbirlerini dinleyip anlamaya çalışırlar. Birbirlerine kulak kesilirler. Birbirleri için hayırlı bir kulak olurlar. Kardeşleri aleyhinde duydukları her söze, verilen her habere teenni ile yaklaşırlar. Hemen kabul edip aceleyle karar vermezler ve başkalarıyla paylaşmazlar. Velev ki söz ve haberin sahibi sadık bir kimse dahi olsa. Önce: ‘Sen yanlış duymuş veya yanlış anlamış olabilirsin’ diye sözü veya haberi taşıyana uyarıda bulunurlar.
Özrü gerektiren bir sözün ardından özür beklentisi içine düşmezler. Bu durumun affedilecek durumlardan olduğunu bilirler. Özür dilendiğinde bunu bir üstünlük sebebi görmezler ve ‘Bak! Gördün mü ben haklıyım’ kabalığını sergilemezler. Hatta kardeşinin özür dileme durumuna düşmesinden üzüntü duyarlar.