“Onların (mü’minlerin) işleri aralarında şura iledir.” (Şura: 38)
Uzunca bir süredir İslam dünyasında siyasetle ilgilenen hemen herkesin sırtını demokrasiye dayamasına alıştık. Hemen bütün toplumsal oluşumlar ve hatta fertler, ‘modern zamanların en büyük kültü’ haline getirilen demokrasiyi kendine kalkan edinmiş durumda.
İslamî sorumluluğu kendi çapımızda taşımaya başladığımızdan bu yana işin bu derece ilerleyeceğini hiç düşünmemiştik. Hatta bir dönem demokrasiyi şirk olarak gören Müslümanlar da bundan uzak kalmıyor artık. Öyle ki Müslümanlar bu çarkın en önemli parçası haline geldi. Radikalinden muhafazakârına, İslamcısından gelenekçisine birçok Müslüman demokrasiyi özümsemiş ve sanki ana gaye haline getirmiş durumda. Gelinen noktada şura ile ilgili ayet-i kerimenin kastının demokrasi olduğunu söyleyenler bile yekûn teşkil edecek bir sayıya ulaştı.
İSLAM DÜNYASINDA DEMOKRASİ RÜZGÂRLARI
“Ortadoğu’da demokrasi” konusunu ele almak esasen mevcut dünya düzeninin kendisi için oluşturduğu ve içselleştirdiği dışlayıcı tavrı değerlendirmek demektir. Şöyle ki; Şimon Peres, seçimle iş başına gelen Hamas’ın demokratik (!) meşruiyetinin olmadığı iddiasını: “Demokrasi, oy vermek demek değildir. Demokrasi bir Medenîyettir.” diye dillendirmişti. Bu ifade, uluslararası düzenin dışlayıcı tavrını ortaya koyan ve bu anlamda Ortadoğu’da demokrasi tartışmalarını aydınlatan önemli bir ifadeydi.
Geldiğimiz noktada özellikle Arap Baharı denilen süreçle birlikte İslam / Müslümanlar ve demokrasi arasında içerden ve dışarıdan bağ kurmaya çalışılmaktadır. Esasen bu yeni bir durum da değildir. Ancak kurulan bağ, hem basit, sığ ve gülünç hem de bağı kurmaya çalışanların uluslararası bir jeo-politik düzenlemenin bilinçli veya bilinçsiz, parçası olduklarını göstermektedir.
Kominizim sonrası dünya sisteminde batı merkezli güç odaklarının ve bu odakların yerli ortaklarının dile getirdiği demokratikleştirme projesi, aslında bu projenin hedefinde bulunan toplumlara tahakküm edebilmenin ve onları bir taraftan demokratik kazanımların (!) uzağında tutup diğer taraftan da demokratik sistemin zebunu/bağımlısı kılmanın adıdır.
İslam coğrafyasında son 150 yıldır batı eliyle baskı altında tutulan toplumlar, aynı zamanda bir algı yönetimi altında bulunmaktadırlar. Bu algı yönetimi ile Müslüman toplumlar, söz konusu demokratikleşme projesinin göreceli, şekilsiz, yapay ve ifsat edici eksenine çekilmişlerdir. Sürece bağımlılığı artırmak için bu algı hem canlı tutulmaktadır, hem de İslâmî değerler üzerinden üretilmeye çalışılmaktadır.
“Demokratik İslam”, “İslam demokrasisi”, “Müslüman demokratlar” gibi terimler, Batı’daki Hıristiyan demokrat gelenekten esinlenerek, İslam geleneğini demokrasi ile uyumlu hale getirme çabası için oluşturulmuş terimlerdir. Esasen bu gibi terimler demokrasinin, sanki Müslümanlara uygun ayrı bir sürümü varmış gibi bir olguyu da ortaya çıkarıyor.
İslam ve demokrasiyi birleştiren terimlerin içindeki bu anlatım tarzı hem yanlış, hem de tehlikeyi içinde barındırıyor. Yanlış, zira demokratlara göre demokrasinin prensiplerinin dinlere göre değişmesi mümkün değildir. Tehlikeli, zira yine onlara göre demokrasiden verilecek her türlü tavizi bu terimin içine sığdırabilir ve böylece gizleyebilirsiniz.
ARAP-İSLAMÎ HAREKETLERİ DEMOKRASİ İSTERLER Mİ? NİÇİN?
İslam dünyasında demokrasi diye başlayan ve özellikle İslami oluşumlar içinden çıkan konuşmalardan anlaşılan durum şudur ki; İslam dünyasında bir “İslamî demokrasi (!)” kurabilecek ve kavramları yeniden tanımlayarak yeni açılımlar üretebilecek bir entelektüel zümre şimdilik yoktur. Birçok entelektüel halen kavramların orijinal tanımını bile kavrayabilmiş değil. Bu hem Müslüman âlimler için hem de diğer aydın kesim için böyledir. Bu durum özellikle “İslamî Demokrasi” terimiyle yakından ilgili olan demokrasi, sekülerizm, liberalizm, modernite, laiklik, din-siyaset gibi temel terimler için de geçerlidir.
Bu açıdan bakıldığında Ortadoğu’daki İslamî hareketlerin sözcüleri açık bir demokrasi talebini gündeme getirmektedirler. Zira bu durumu bir yandan yaşadıkları onlarca yıllık totaliter/baskıcı rejimlerden kurtulmanın bir yolu olarak görmekteler. Ki bu, nispeten anlayışla karşılanabilir. Diğer yandan yukarda dile getirdiğimiz;
demokrasiye bakış açılarının daha yüzeysel olması ve onu sadece sandığa indirgenmiş teknik bir yöntem olarak görmeleri. Kanaatimizce onlar, Robert Dahl’ın “polyarchy” (1) adını verdiği demokrasilerin şu özelliklerine binaen bu anlayışı benimsiyorlar:
– Seçimle iş başına gelen yöneticiler,
– Özgür ve hilesiz seçimler,
– Herkese tahsis edilmiş oy hakkı,
– Kurumsal pozisyonlara herkesin ulaşma hakkı,
– İfade özgürlüğü,
– Özgür basın,
– Kurumsal otonomi,
– Adaletli gelir dağılımı.
SAMİMİYET VE TAKİYYE ARASINDA DEMOKRASİ
Demokrasi söylemlerinin en üst perdeden yapıldığı bir dönemde, demokrasi ile İslam’ın bir arada olamayacağına dair fikir beyan etmek bazılarımıza maslahatı bilmemek ve kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelmektedir. Üstelik kimi toplumlarda, bazı Müslümanlar demokrasinin kendilerine sağlayacağı imkânlardan faydalanmak için mücadele etmekteler. Demokrasinin sağlayacağı kolaylıklardan yararlanarak İslâmî taleplerine daha kolay ortamlar sağlayabileceklerini de düşünmekteler.
Batı karşısında modernleşmeci tavrı benimseyen Müslümanlar, bu tavırla geri kalmışlıklarının ve yenilgilerinin telafi edilebileceğini düşünmüşlerdir. Ancak İslam’dan vazgeçmeyi göze alamadıklarından, batıya ait kavram ve değerlerin İslâm’da da var olduğunu samimiyetle ispat etme gayretine düşmüşlerdir.
Bazı Müslümanlar, demokrasinin tam da İslâmî bir yönetim biçimi olduğunu ileri sürmektedirler. Bu düşüncede olan Müslümanların bir bölümü, İslâm’ın hayata hâkim kılınmasında demokratik ortamın araçsallığına ihtiyaç olduğunu dile getirmektedirler. Bir anlamda onlar, demokrasinin, İslâm’ın gelmesine yardımcı olabileceğini ve bu yardımdan kaçmamak gerektiğini söylerler. Bu söylemleri onları, demokrasinin İslâm’la örtüştüğünü ispat etmeye de zorlamaktadır.
İSLAM DÜNYASINDA DEMOKRASİNİN GELECEĞİ VAR MI?
Bir süre önce Atılım Üniversitesi’nde Arap Baharı konulu konferansta konuşan AKPM Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’de demokrasinin dışında bir alternatifin olmaması için ciddi şekilde çaba sarf ettiklerini kaydetmiş ve Arap Baharı’nın dışarıdan bir müdahale değil içerden insan hakları, demokrasi talebi sonucunda olduğunu vurgulamış ve “Arap Baharı yaşayan ülkelere çevre ülkelerin yardımcı olması gerekir. Herkes üzerine düşeni yapmalı. Amerika, Fransa, İngiltere de çıkar gütmeden bu ülkelere yardımcı olması gerekiyor.” şeklinde konuşmuştu.
İngiliz The Times gazetesi yazarı Hugo Rifkind de şu yorumu yapmıştı: “Arap baharı sonbahara dönüşürken, bölgede demokrasi kök salıyor diye kendimizi kandırmayalım. Tarih, Tahrir meydanındaki gösterilerle Berlin Duvarı’nın yıkılışını aynı yere koyabilir. Ama biz koyamayız. Ortadoğu, Doğu Avrupa değildir. Demokrasiyi arzulamak, demokrasiyi işletecek bir kültüre sahip olmakla aynı şey değildir. Evet, bu belki hakaretamiz görünebilir. Arap baharından önce Ortadoğu, çatlak sesler çıkaran, kadını baskı altında tutan, Batı ve Yahudi paranoyası olan özgür toplumu ayakta tutabilecek deneyimden yoksun irrasyonel bir yer haline gelmişti. Bu gerçeği herkes bilmesine rağmen, Arap baharının hürmetine uzunca bir süre öyle değilmiş gibi yapıldı. Şimdi baharın ardından yazın geleceğini düşünüyorsak kendimizi kandırıyoruz demektir. Bana önce, kötü bir kış yaşanacak gibi geliyor.”
Bütün bunlara rağmen İslam dünyasında demokrasi tartışmalarıyla alakalı en önemli gerçek ise yapılan tartışmalardaki İslamî referansların Müslüman zihinlerde halen olumsuz bir anlam taşımasıdır. İslamî söylem birçok açıdan Kur’an ve Sünnet tarafından belirgin ve baskın kılınmakta ve bu durum zaten yıllardır oluşmuş bulunan olumsuz yaklaşımı sadece derinleştirmektedir.
Demokrasiyi İslam dünyasına taşıyıcı güç olarak görülen ve bu süreçte belirleyici rol oynaması beklenen Müslüman Kardeşler ve onun Tunus’ta Nahda, Filistin’de Hamas, Suriye ve Ürdün’de İhvan gibi uzantıları ise fikirsel anlamda aslında tarihinin en zayıf noktasında ve geçmişte sahip oldukları fikirsel gücün çok uzağında bulunmaktalar. İktidarı elde etme bakımından tarihinin en zirve noktasında olan Müslüman Kardeşler’in nasıl olup da fikirsel olarak topluma önderlik etme ve yol gösterme açısından geldiği bu zayıf nokta dikkate alınması gereken bir konudur. Bunda, son 30 yıldır yaşanan tarihi kırılmanın etkisi vardır. Müslüman Kardeşler artık 50’li ve 60’lı yıllardaki gibi değildir. Hem beslenme kaynakları hem de gündemleri, değişen dünyayla beraber değişmiş ve dönüşmüştür. Müslüman Kardeşler tarihten tevarüs ettiği kendi gerçekliğiyle hareketi bırakarak kendisine yönelik baskıcı bakış açısına paralel olarak savunmacı bir refleksle hareket etmektedir.
İslamî söylemin Kur’an ve Sünnet tarafından belirgin ve baskın kılındığı ve demokrasiye vurgu yapan hareketlerin entelektüel olarak zayıf olduğu bir ortamda “İslamî Demokrasi” zeminini geliştirmek mümkün değildir. Sorunlu da olsa İslam coğrafyası için yeni bir tarihi dönem başlamaktadır. Müslüman toplumlarının yaşadığı değişim süreçleri, sonunda İslami hareketin zaferine dönüşmesi ihtimalini en üst düzeye çıkarmaktadır.
DEMOKRASİNİN İSLAM DÜNYASINA VERECEĞİ NE VAR?
Kimsenin daha iyisini teklif edemediği (!) bir beşerî rejim olarak demokratik ortamda ilahî bir din olarak İslam’ın ne kadar özgür yaşanabileceği iddiası yukarıdaki sorunun en geniş cevabı gibi duruyor. Diğer bir deyişle demokrasinin evrensel yapısından taviz verilmeden İslami yaşam tarzının özgürce yaşanmasının temin edileceği iddia edilmektedir. Oysa İslam yapısı gereği ancak kendi hükümranlığının içerisinde özgür ve kâmil olarak yaşanılabilir. Zira İslam biz Müslümanlardan fitneyi ortadan kaldırmayı, dini/hükümranlığı bütünüyle Allah’a ait kılmayı, emreder.
‘İslam ve evrensel demokrasi, kucaklaşırsa, İslami yaşam tarzının “diğerleri” için bir tehdit olarak algılanmaktan kurtulacağı ve böylece en azından yapay dindar-laik ikileminde huzurun temin edilmiş olacağı’ da bir başka iddia. İslam bir başka İslam’a evirilmediği müddetçe bu iddianın gerekçesi kaçınılmaz olarak devam edecektir.
En temel soru şudur: Müslüman halklar, İslam dışı herhangi bir inancı benimsemediği müddetçe, demokrasiden istedikleri huzur veya hukuku alabilecekler mi? Haddizatında cevabı ortada bulunan bir sorudur: “Yahudi ve Hıristiyanlar sen onların milletine/dinine tabi olmadıkça senden asla razı olmayacaklardır.” (Bakara: 120)
Diğer bir iddia şudur ki: “Ancak demokratik bir sistemle İslam ülkelerine hâkim krallar ve diktatörler kaldırılıp halklar özgürlüğüne kavuşturulabilir.” Tarih boyunca yaşadığımız tecrübeler bize sömürgecilerin kurulu düzenleri tehlikeye girdiğinde yeni bir düzene geçerek hükümranlıklarını devam ettirdiklerini öğretti. Bu tecrübeler şimdi de İslam dünyasını demokrasi adı altında kendi hâkimiyet ve düzenlerini devam ettirme çabasında bulunduklarını göstermektedir.
Genel anlamda demokrasinin İslam dünyasına başkalaşımdan başka bir şey vermeyeceği açıkça ortadadır. Demokratik bir hayat tarzının kazandıracağı hoşgörünün ki demokrasiye düzülen en temel övgü bu hoşgörülülüktür, bir taraftan Müslümanlar için muğlâk ve göreceli bir anlam dünyası varken diğer taraftan neye, ne kadar hoşgörü gösterileceği de esas bir meseledir.
Batıda gördüğümüz, demokratik hayat tarzının toplumlara bozulma, yozlaşma, çarpık ve iğrenç ilişki biçimleri ve insanı temiz fıtrattan koparmaktan başka bir şey vermediğidir. Demokrasi rüzgârının İslam toplumlarında oluşturduğu yozlaşma bu derece iken bizatihi kendisinin üreteceği hali düşünmek bile ürkütücü.
İSLAM DÜNYASI ADINDA DEMOKRASİ İSTEYEN HARİCİ UNSURLAR NE KADAR SAMİMİ?
Diğer taraftan Müslümanlara demokrasi telkininde bulunan İslam dışı unsurların/devletlerin rolüne ve taleplerine gelince işin rengi değişmektedir. Bu noktadan itibaren demokrasi, petrolü paylaşma planından, Müslümanları dönüştürme çabasına kadar samimiyetli (!) samimiyetsiz geniş bir yelpazenin söylem ve dikte konusu olmaktadır.
Biliyoruz ki demokrasi, Grek-Romen kültürünü temel alan Hıristiyan Batı tarafından Ortadoğu’ya dayatılmaktadır. Daha da önemlisi Müslümanlar inançlarından (İslam’dan) vazgeçmedikleri sürece, bu demokrasinin sahipleri, Ortadoğu halklarını rahat bırakmayacaklar.
2 Nisan 2011 tarihinde Wall Street Journal’dan Bari Weiss’e verdiği bir röportajla yeniden gündeme gelen Yahudi kökenli Amerikalı Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis, Ortadoğu’da sürmekte olan isyanların ve diktatörlere yönelik olarak gelişen muhalefetin kendisini çok mutlu ettiğini belirttikten sonra ekliyor: “ABD isyancılara destek vermeli.” Baskı rejimlerine dönük bir başkaldırı pratiği olarak ortaya çıkan söz konusu özgürlük hareketlerinden övgüyle bahseden Lewis, devrimden sonra çok dikkatli davranılması gerektiğine, aksi durumda tıpkı Mısır’daki gibi Müslüman Kardeşler’e benzer örgütlerin ve ordunun özgürlükçüleri bir kenara itebileceğine, Müslümanların tarihsel deneyimine uygun olmayan demokratik seçimlerin çok kötü sonuçlara neden olabileceğine işaret ediyor.
Lewis’e göre, Müslümanların tarihi ve İslâm kültürünün DNA’sı demokratik bir rejime uygun değil, Batılıların Müslümanları kendileri gibi olmaya zorlaması doğru değil ve onlar da asla Batı’nın siyasal deneyiminin bir ürünü olmaktan başka bir şey olmayan demokrasiyi seçmek zorunda değiller. İslâm dünyasının kendi siyasal tecrübesini oluşturmasına karşı çıkılmamalı… Esasen doğru söze ne denebilir ki?
Batıda kimi liberal çevreler Ortadoğu toplumlarının muhalefetlerini yönlendirebilecekleri barışçıl yollar bulamadığı tezinden hareketle ihtiyatlı olarak demokratikleşmenin desteklenmesi gerektiğini savundular. Ancak “tehlikeli demokrasi” olarak adlandırılan bu adım, Hamas’ın ve İhvan-ı Müslimin’in seçimlerden güçlenerek çıkmasıyla başlamadan bitmiş oldu.
Sömürgeci zihniyeti bir tarafa koyarsak, bu bakış açılarının temelinde İslam dünyası bağlamında demokrasinin bugüne değin bir “yokluk” ve “eksiklik” söylemi çerçevesinde düşünülmesi yatmaktadır.
Batıda kimi yazarlar sömürgeci çıkarlar ile demokratik değerler arasında bir tercih yapılması gerektiğini, Ortadoğu’da sadece İslamcıların değil, milliyetçilerin, liberallerin ve sosyalistlerin de anti-Amerikan eğilimlerde buluştuklarını, dolayısıyla Amerika’nın “Wilsoncu kibri”ni bırakarak Ortadoğu’da “liberal otokrasi” modeline dayalı sömürgeci yeni bir düzen kurması gerektiğini yazdılar.
Sömürgeci zihniyetin akıl hocalığını yapan ve liberal demokrasinin son durak olduğunu savunan Francis Fukuyama bile Hamas’ın iktidara gelmesi ve İhvan-ı Müslimin’in seçimden güçlenerek çıkması üzerine önceki iddialarından tam dönüş yaparak, Ortadoğu’da demokrasi için gerekli önkoşulların sağlanmadığını, modernleşmenin sekülerleşmeyi üretemediğini ileri sürmektedir.
The Weekly Standard (7 Kasım 2005) dergisinde yayınlanan ve İstanbul ABD Başkonsolosluğu tarafından tercüme edilen bir makalede şunlar dile getirilir:
“Demokrasiyi dinden ayırmak ve onu özel olarak din-sonrası yaklaşımlara bağlamak, tarihi yeniden yazmaya kalkışmaktan başka bir şey değildir. Biz Batılılar, ancak kendimizi bu tuzaktan kurtararak İslam ve demokrasi sorununa ön yargısız yaklaşabiliriz. Ön yargısız olmak demek en yalın biçimiyle şudur: Olaylara, daha işin başından İslam ve demokrasinin bir arada var olamayacağını söylemeksizin yaklaşmaya çalışmak ya da İslam’ın, demokrasi için Hıristiyanlıktan daha fazla sorun yaratmadığını kavramak ve bunun özel rekabetler yaratabileceği olasılığını gözden kaçırmamak… Batı ve Amerika’nın demokrasiyi genişletme politikaları iki kulvarlı bir strateji tarafından harekete geçirilmek durumundadır. Bir kulvarda laik unsurlar, diğerinde dinsel gruplar. Batılı dinselliği aşmışlar özgürlükçü demokrasi yolunda güçlü katkılarda bulunmaktadırlar, fakat kendilerine İslam ülkelerinde özdeşler yaratabilecekleri inancına kapılırlarsa, başarısızlık yazgıları olacaktır. Batı’nın bugünkü demokrasi kavramı bütünüyle din sonrası kültürün dar görüşlülüğü doğrultusunda gerçekleşecek olsa, bizler de etkilemeye çalışacağımız seçilmiş toplum parçacıklarından başka bir şeye ulaşamayız.”
Yaşadığımız süreç için yapılan analizleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Küreselleşme tüm dünyanın tek ve ulaşılabilir pazar haline gelmesini dayatmaktadır. Artık dünyanın herhangi bir köşesi (örneğin Ortadoğu) kendi haline bırakılamaz. Aksi halde küreselleşme kısa devre yapar.
2. Önümüzdeki süreçte Ortadoğu’daki tüm totaliter rejimler yıkılacaktır. Burada yaşayan halklara totaliter rejimlerin tek alternatifinin demokrasi olduğunu göstermek gerekir. Bu kadar önemli bir bölgeyi küreselleşmeye dâhil etmek ancak böyle mümkündür.
İslam coğrafyasında demokrasinin olmaması gibi argümanlar madalyonun bize gösterilen yüzünden ibarettir. Madalyonun arka yüzünde saklanan gerçek ise uluslararası sermayenin geleceğinin büyük oranda bu dünya rezervlerinin %75’ini oluşturan enerji hammaddelerine olan ihtiyacı. Bu kaynakların kontrolünün demokrasi yoksunu (!) ülkelerin ellerine bırakılamayacağı açık bir gerçektir. Zira emperyalizm, huyu gereği, girdiği yerlerin değerlerini sömürürken oranın halklarına oyalanacakları bir şeyleri mutlaka bırakır. Daha önce Amerika ve Afrika’da topraklarını ellerinden aldıkları yerli halkların eline İncil verirken yaptıkları gibi…
Son olarak, Batının gündeme getirdiği Ortadoğu için demokrasi projesiyle ulaşılmak istenen hedefleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Ortadoğu’ya demokrasiyi yerleştirerek yeni ve modernleştirici hayat tarzıyla kendi hayat tarzlarına tehdit oluşturan Müslüman halkların İslamî kültürünü yok etmek,
2. Ortadoğu’da yükselen gerçek İslam anlayışının ilerlemesini engellemek,
3. Ortadoğu’da işgal devletini tehdit edecek bir gücün oluşmasını engellemek.
Nitekim demokrasinin varlığı bu işgalci devletlerle uyum içinde yaşayacak devletlerin kurulmasını sağlayacaktır.
Dipnot:
1. R. Dahl’ın New Haven’da yaptığı alan araştırmalarına dayanarak formüle ettiği ve modern sanayileşmiş toplumlarda tam bir elit yönetiminin değil, birden fazla elit grubunun aynı anda toplumsal ve siyasal süreçleri etkilemesiyle ortaya çıkan bir elit çoğulculuğunu ifade eden yönetim tarzı.